Balfour Deklarasyonu’ndan 7 Ekim saldırısına

Gökhan Batu, Balfour Deklarasyonu’nun yıl dönümünde İsrail- Filistin meselesinin geçmişteki kitlesel göçlerden günümüzde süregiden çatışmalara nasıl evrildiğini ve Deklarasyon’un bu sürece etkisini AA Analiz için kaleme aldı.

***

Küresel sistemin ağırlık merkezinin Asya’ya kaydığı, Amerika Birleşik Devletleri’nin (ABD) güvenlik politikalarının odağının Çin bağlamında bunu takip ettiği küresel politik düzleme dair son 10 yılda süregelen tartışmaların önemli bir ayağını, Washington’un diğer bölgelerde güç azaltması yani “stratejik geri çekilmesi” ve bunun bölgesel müttefiklerinin yanı sıra ittifak dengeleri üzerindeki yansımaları teşkil etti. Son 2 yılda ise bu trendi gerçek anlamda akamete uğratması kuvvetle muhtemel 2 gelişme yaşandı. İlki 2022’de Rusya’nın Ukrayna’ya karşı başlattığı ve halen devam eden savaş, ikincisi ise 7 Ekim’de yaşanan saldırı sonrasında İsrail’in Gazze’yi hedef alan ve “orantısız şiddet” içeren harekatı çerçevesinde yaklaşık bir aydır devam eden çatışmalar oldu.

2010’lu yılların ikinci yarısı Filistinlilerin aleyhindeki gelişmelerle oldukça hareketli geçmişti. ABD’nin, büyükelçiliğini Kudüs’e taşıması ve “Yüzyılın Planı” gibi Tel Aviv’in Arap ülkeleriyle normalleşmesi önündeki engellerin aceleci bir şekilde temizlenmeye çalışıldığı fikrini de doğuran hamleler sonrasında Filistinlilerin “iki devletli çözüm” kapsamında söylem düzeyinde kalan desteklere karşın tamamen etkisizleştiği bir sürece girildi.

Buna karşılık söz konusu süreç, özellikle Gazze merkezli çatışmaların belirli aralıklarla dünya gündeminde yer almaya devam ettiği Batı Şeria’daki çatışmalar ekseninde de geçtiğimiz yıl boyunca gerginliklerin yüksek seyrettiği bir dönem oldu. 7 Ekim saldırısının ise İsrail-Filistin çatışmasının tarihsel olarak en önemli gelişmelerinden birisi olarak yerini alacağını söylemek mümkün. Ancak yaşanan bu son savaşın 20. yüzyılın başından itibaren kaderi çatışmalarla belirlenen bölgedeki kavganın yalnızca son halkası olduğunu hatırlatmak yerinde olacaktır.

Kitlesel göçlerden Balfour Deklarasyonu’na

2 Kasım 1917’de dönemin İngiliz Dışişleri Bakanı Arthur Balfour tarafından imzalanan Balfour Deklarasyonu, kimileri için İsrail-Filistin sorununun başlangıcı olarak görülse de bunun gerçeği tam olarak yansıtmadığı ifade edilebilir. 1917’de artık son demlerini yaşayan Osmanlı İmparatorluğu, Filistin’e Yahudi göçleri ve bölgede değişen demografi meselesini ciddiyetle ele aldığını gösteren önlemlere başvurmuştu.

Benzer şekilde Siyonizm anlatıları Theodor Herzl, Dreyfus olayı ve Dünya Siyonist Teşkilatı’nın kuruluşuyla başlatılsa da bunun da tarihsel çizgide başlangıç olmadığı söylenebilir. Hatta Herzl, hayatının önemli bir bölümünü Yahudi kimliğinden ve kendisini Siyonizm’e ivme kazandıran faaliyetlerine götüren zihinsel evrimden uzak geçirdi. Filistin’e yapılan kayda değer ilk Yahudi göçleri 1860’lı yıllarda başladı. Bunu takip eden süreçte tarım kolonileri gibi oluşumlar kurulsa dahi bunlardan birçoğu kalıcı olmadı. 1881’de başlayan Birinci Aliyah göçü ise nicelik açısından bir dönüm noktası olarak kabul edilebilir. Ancak çoğunluğunu Rusya’da pogroma uğrayan ve şiddete maruz kalan Yahudilerin oluşturduğu bu grup, politik amaç ve örgütlülük açısından kuvvetli bir altyapıya sahip değildi.

1904’te başlayan İkinci Aliyah göçü ile Filistin’e gelen 35 bin kişilik grup bu konuda daha yetenekliydi ve son derece güçlü ideolojik arka plana sahipti. Bu grubun “işgücünün fethedilmesi” gibi fikirlerle kendi varlıklarını bölgede konsolide etmek istemesi Araplarla sorun yaşamalarına sebep oldu. Sonuç olarak, taraflar arasındaki kapsamlı çatışmanın ilk kıvılcımları bahsi geçen bölgesel göçlerle başladı. Dolayısıyla, 1917’ye kadar geçen dönemde bugün İsrail-Filistin çatışması olarak anılan kavganın çerçevesinin belirginleştiği, bölgenin Osmanlı İmparatorluğu’nun elinden çıktığı ve Balfour Deklarasyonu ile yeni bir çehreye büründüğü söylenebilir.

Balfour Deklarasyonu

67 kelimelik Balfour Deklarasyonu ile İngiltere hükümeti, Yahudilerin Filistin’de bir “ulusal anayurt” edinmesini destekleyeceğini açıklıyordu. Bu durum, Şerif Hüseyin ve Henry MacMahon arasında yapılan görüşmedeki vaatlerle çeliştiği gibi o dönem Yahudilerin, Arapların yaklaşık yüzde 10’una tekabül eden bir nüfusa sahip olması nedeniyle de sorunluydu. Deklarasyonda, devlet yerine Yahudilere bir “ulusal anayurt” sözü verilmesinin ise incelikli bir strateji olduğunu ifade etmek mümkün. Daha sonra İsrail’in ilk Cumhurbaşkanı olan Chaim Weizmann başta olmak üzere Siyonistler, Rusya ve Doğu Avrupa’da yükselen antisemit dalga ve buralardan kaçan Yahudiler için o dönem siyasi çevrelerdeki nüfuzları üzerinden destek sağlamak adına yoğun çaba sarf ediyordu. Ancak deklarasyonun yayınlanmasında İngiltere’nin bölgeye dair emperyalist tasavvurunun, jeopolitik kaygılarının ve çıkar algılarının etkili olduğu söylenebilir. Maryanne Rhett’e göre bu ifadenin kasıtlı olarak muğlak bırakılması, anayurt ve ulus gibi kavramlar arasında ustaca sergilenen kelime oyunları, açıkça bir emperyalist anlayışa işaret ediyor. Esasen metnin şekillenmesinde o dönem İrlanda ile yaşanan sorunlar ve Hindistan, Doğu Asya ve Afrika’daki İngiliz sömürgelerindeki durumla ilgili hassasiyet büyük pay sahibiydi. Keza yayınlanan deklarasyon, büyük tartışmalar sonucunda hazırlanan 10 ayrı taslak versiyona sahipti.

Deklarasyonun yayımlanması, Araplar ve Yahudiler arasındaki çatışmanın başlangıcı olmadıysa da bunu ivmelendiren bir dönüm noktası oldu. 1919’da başlayan ve 35 bin Yahudi’nin bölgeye göç ettiği Üçüncü Aliyah da dinamizmini bu deklarasyondan aldı. 1920’de Filistin’de İngiliz manda yönetiminin tesisi sonrasında ise 65 bin Yahudi’nin göç ettiği Dördüncü Aliyah ve 1929’da başlayan Beşinci Aliyah ile demografinin giderek değişmesi, Arapların haklarının yok sayıldığı süreçle beraber meydana gelen birçok çatışma, bugünkü Filistin sorununun şekillenmesinde büyük rol oynadı. Deklarasyondaki müphemlik, daha sonra İngilizler için Yahudilere “anayurt” olarak bütün Filistin’i kastetmediklerini ifade etmeleri gibi bir alan açtıysa da müteakip süreçte Yahudi göçlerini durdurmak iyice zorlaştı. 1939 yılına gelindiğinde artık Yahudilerin paramiliter örgütlenmelerini büyük oranda sağladıkları ve silahlandıkları bir ortamda, kendileri de bu şiddetin hedefi olmaya başladı. İngiltere, 1947’de meseleyi Birleşmiş Milletler’e (BM) havale ederek bölgeden çekildiğinde, geride devasa sorunlar yumağından başka bir şey bırakmadı.

Emperyal refleks değişti mi?

Balfour Deklarasyonu’nun yayımlanmasında esas olan çıkar dengesinin, bugün itibarıyla Batılı ülkelerin bölgeye dair politikasında merkezi rol oynamaya devam ettiğini ifade etmek mümkün. 7 Ekim’de başlayan çatışmalar sonrasında da buna dair emareler izlenebiliyor. Keza çatışmanın durdurulması yönünde inisiyatiflerden ziyade bölgeye silah ve uçak gemisi gönderilmesi, Filistin Meselesi ve taraflar arasındaki çatışmanın geçmişini görmezden gelen, sivil kayıpların önüne geçilmesi yönünde kerhen yapılan açıklamalar da bunun göstergesi. İngiltere’nin de Doğu Akdeniz’e gözetleme uçağı ve 2 Kraliyet Donanması gemisi göndermesinin, sorunun çözümüne hizmet etmekten ziyade kendi jeopolitik çıkarları bağlamında, Ukrayna’dan Akdeniz’e sarkan hasımlarının bölgeye esnemesiyle ilgili bir durum olduğu söylenebilir. Genel manzaraya bakıldığında, İsrail melesinin bugünkü haline gelmesinde asıl çelişkinin, geçmişten bugüne sürdürdükleri politikalarla sorunun ortaya çıkmasında başat rol oynamış aktörlerden çözüme katkı sunmalarını beklemek olduğunu söylemek mümkün.

[Gökhan Batu, ORSAM Güvenlik Çalışmaları Uzmanı]

Makalelerdeki fikirler yazarına aittir ve Anadolu Ajansının editöryal politikasını yansıtmayabilir.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir